Kültürel Hafıza ve Batı Türkistan'ın Önemi
Rahmetli Aliya İzetbegoviç'in sözleri ile başlayan makalede, Batı Türkistan'ın tarih ve kültürel hafıza açısından önemi vurgulanmaktadır. Türkiye'nin bu bölgeyle olan ilişkileri ve yaşanan kayıplar ele alınmaktadır.
Rahmetli Aliya İzetbegoviç şöyle söylüyor: "Hatırlama, ilerlemiş medenî halklar ile geri kalmış ilkel halkları birbirinden ayıran ölçüttür. Medenî halkların anıları vardır. Önemli olaylarını hatırlayan halklar, tarih dediğimiz şeye sahip olurlar."
Biraz uzun olacak, kusura bakmayın: İşkodra, Berat, Elbasan, Saraybosna, Mostar, Banyaluka, Tuzla, Belgrad, Niş, Akova, Yenipazar, Taşlıca, Priştina, Prizren, İpek, Üsküp, Kalkandelen, Gostivar, Yanya, Manastır, Selânik, Drama, Gümülcine, İskeçe, Kırcaali, Sofya, Varna, Plevne, Aydos, Burgaz, Cuma, Hasköy.
Bütün bu isimler bize ne söylüyor, ne anlatıyor? Neyi hatırlatıyor?
Hep fizikî ve siyasî haritalara bakıyor, onları biliyoruz. Bir de kalbî haritamız var. İstesek de değişmiyor, silinmiyor, unutulmuyor. Hatıralarımız ile gönül haritalarımız daima beraberdir. Hatıralarımız nereye kadar ulaşıyorsa, gönül coğrafyamızın sınırları oradadır.
Söylemek istediğim: Türkiye, yaşadığımız topraklardan ibaret değildir. Batı Türkistan (Balkanlar) olmadan, Anadolu'nun tarihi eksik kalır. Tuna'yı Fırat'tan ayrı düşünemeyiz. Tarihimizin ve talihimizin döndüğü yer, orasıdır.
Batı Türkistan, Osmanlı devleti nezdinde, her daim özel bir ilgiye mazhar olmuştur. Birçok Anadolu şehrinde, padişahların yaptırdığı bir cami yoktur. Bazılarında, sadece, Sultan Abdülhamid Han'ın yaptırdığı resmi binaları ve okulları görebiliyoruz. Buna karşılık Osmanlı, yatırımlarının oldukça önemli bir kısmını Batı Türkistan şehirlerine yapmıştır. Ne var ki, Balkan Harbi ile birlikte, bu bölgeden hızlı bir şekilde çekilmek zorunda kaldık.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı isimli eserinin önsözünde, şöyle diyor: "Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak; "Ne hacet, dedi, İstanbul'u da size verelim" dedi. Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı. Biz, eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i ve Medine'yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk. Çocuklarımızın Avrupa'sı Marmara ve Meriç'te bitiyor."
Evet, aklımıza gelmeyenler, başımıza geldi. Birkaç ay içinde, ne olduğunu tam manasıyla kavrayamadan, Batı Türkistan coğrafyasını kaybettik. İhanet, ihmal ve başka şeyler. Telâfisi imkânsız kayıplar ve yıkımlar. Geride kalanlar: Küçük bir azınlık, içli Rumeli türküleri, hazin anılar ve tüyler ürpertici kıyım hikâyeleri.
Nurettin Topçu, şöyle söylüyor: "İtaat duygusu, bütün ödevlerin başında gelir." Balkan Savaşı'na katılmış bir kumandan da böyle feryat etmiş: "Ey kutsal itaat, seni Balkanlar'da ne çok aradım."
Birinci Balkan Harbi'nden sonra hazırlanan Osmanlı haritalarında, kaybedilen topraklarımız siyah renkle gösterilir. Boşluğun içinde sadece iki kelime vardır: Esir Vatan. Çünkü vatanın esaretten kurtulacağına inananların sayısı hayli fazladır. Birinci Cihan Harbi'ne katılma sebeplerimizden biri de düşman elinde kalan şehirlerimizi esaretten kurtarma umududur. En azından bir kısmını...
Birkaç belde, kısa süreliğine geri alındı. Balkan Harbi'nin ikinci raundunda ise Edirne'yi kurtardık. Hepsi bu kadar. Devletimizin gücü yetmedi. Batı dünyası, Batı Türkistan ile ilgili planını başarıyla tamamladı.
Birinci Cihan Harbi sonrasında, Trakya topraklarını da kaybettik. Yunan ordusu, İngiliz ve Fransızların himayesinde; Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve civarını işgal etti.
Tam burada, Yahya Kemal'e ait bir cümleyi paylaşalım: "Lozan'da Rumeli hududumuzdaki küçük bir nehri Sedd-i Çin gibi hudud-ı tabiî addediyorlardı."
Cumhuriyet'ten sonra öyle bir noktaya gelindi ki, İkinci Cihan Harbi başladığında, elimizde, korkudan başka bir şey yoktu. Milletimizi, dolayısıyla bu ordumuzu ayakta tutan şeyler, geri plana atılmış, hatta 'istenmeyen' ilan edilmişti. Cihan Harbi'nin de ikinci bir raundu oldu. Fakat hazırlıksız yakalandık veya iddialarımızdan vazgeçtik. Kalan sağlara razı olduk.
Sonrası zaten malum: Yüzyıl süren bir derin uyku veya büyük bir hafıza kaybı.
Doksanlı yıllarla beraber millî azmimiz yeniden uyanışa geçti. Bosna'dan Bağdat'a, Doğu Türkistan'dan Kudüs'e ve Kırım'dan Şam'a uzanan coğrafyayı, yeniden vücudumuzun bir parçası bildik. Hatta Afrika'nın en ücra köşelerine kadar ulaştık.
Kızılay, Yunus Emre Enstitüsü, TİKA, YTB, Anadolu Ajansı ve AFAD gibi resmî kurumlarımız, İHH, Cansuyu ve Sadaka Taşı sivil kuruluşlarımız, hem eserleri, hem de gönülleri ihya ettiler. Milyonlarca haneye devletimizin ve milletimizin selamını gittiler. Bu esnada içerden ve dışardan türlü musibete, nice zorluğa ve sayısız ihanete maruz kaldık. Yaşadıklarımızı, en güzel, "ölümden dönmek" ifadesiyle anlatabiliyoruz. Haliyle, Türkiye'nin Batı Türkistan yaklaşımı da bu durumdan etkilendi. Durağan ve düşük profilli bir seyir izlenmeye başladı.
Bütün bunları neden anlattım?
Atalar sözüdür: Yiğit düştüğü yerden kalkar. Batı Türkistan'da düştük, inşallah, yine buradan ayağa kalkacağız. Fakat bölgedeki kamu kurumlarımızın, yol haritalarından bürokratlara varıncaya kadar; değişen dengelere göre revize edilmesi, esaslı değişime tabi tutulması artık kaçınılmazdır. Hayır, tercihen değil, mecburiyetten.
İnşallah, bir başka yazıda, buradan devam edelim.